27 Haziran 2012 Çarşamba
ORYANTALİZM RENKLERİ
Sıcak,Doğu-Batı,Aşiret,Nüfus,Göç,İşsizlik,Zaman,Töre,Acı,Baharat,Kaçakçılık,Çocuk Olmak,Çok Eşlilik,Ağalık,Güneş,Işıltı,Karanlık
Doğu ve Güneydoğu,sadece bir coğrafyanın adı değildir.Orada Türk milletinin tarihi mirasları,değerleri ve inanç sistemleri yanında mimarisi sanat ve estetik değerlerinin oluşturduğu bir kuşak mevcuttur.Bu kültür kuşağının başlangıcı Orta Asya’ya kadar uzanmaktadır.Kapalı bir yapıya sahip olan doğu bölgesinde yoksulluk köy dışı dünyadan kısmen alakasının kesilmiş yalnızlık içinde olunması,hareketsizlik,okur-yazar oranının düşük olması,kaderci bir dünya görüşünü yansıtması,halkın yoksul olduğu için menfaatine aşırı ölçüde bağlı bulunduğu,kendiliğinden fedakarlık yapmak istemediği,bölgenin nüfuslu kişilerine çok bağlı bulundukları siyasilere çabuk inandıkları kendilerini terk edilmiş kimseler olarak hissettikleri vurgulanmıştır.Ayrıca bölgede kan davası,kaçakçılık,ağalık,beylik,tarikatçılık bunların her şeyden önce o bölgenin kültür dokusunun bir ürünü olduklarını kabul etmemiz gerekir ki çözümlenmeleri de mümkün olsun.
Güneydoğu Anadolu Türk’lüğün ve İslamiyet’in giriş kapısıdır.Bu sebeple zengin maddi ve manevi kültür mirasının izlerini taşır.Her kültür değişmesinde bir zaman gecikmesi fertlerin yaşantılarında yapılacak değişmelerin bir plan ve akli yöntemlere göre yürütülmesinin gerekliliğini gösterir.Şu anda ülkenin doğusu PKK terörü,aşiret,ağa yaşantısı,kan davası,kabile kavgaları,yoksulluk kültürü,gecekondulaşma ve etkin çatışmalar gibi ortak duygu ve kültür mirasına ters düşen bazı zihniyet ve davranışlarla çalkantı içindedir.Birleşik Devletler’de bir Zenci bir Kızılderili ‘’Ben Amerikalıyım’’ demekle övünür.Çünkü bu ülkeler ‘’millet olma’’ kimliğini artık çözümlemişlerdir. Fransız ırkı yoktur.Fransa bir melez topluluktur.Buna rağmen bütün Fransızlar kendilerini aynı derecede Fransız sayarlar.Milli birlik bu ülkede toprağa,iklime olan uyumdan bir kültür yaratıp sağlamlaştırmış olan tarihi bir gelenekten kaynaklanmaktadır.Böylece millet olma kimliğini kazanmış durumundadırlar.Nevruz bir Kürt bayramı ve şöleni olarak kutlanmaktadır.Oysa Divan-ı Lügati’t Türk’de Nevruz sözcüğü yer almakta ve Orta Asya’dan beri sürüp gelen töre geleneklerimizde Ergenekon’dan çıkış bayramı olarak kutlanmaktadır.bu da Kürt ve Türk’lerin ortak bir kültürde birleştiklerini gösteren kanıtlardan biridir.Benzeri kültürel etkinlikler tüm aşiretlerde gözlenmiş,bulunmaktadır.Doğu ve Güneydoğu yörelerimiz Türk çoğrafyasının kalbini teşkil etmektedir.Buralarda oryantalizm şark politikası adı altında Süryani,Keldani,Asuri,Yakabi,Yezidi,Kürt,Alevi,Ermeni,Zaza,Eti,Kaldeli adı altında etnik adacıklar oluşturulmak suretiyle ülke bütünlüğü en az 300 yıldan beri tehdit edilmektedir.Yöre sakinlerini propaganda nitelikli yayınlarıyla tahrik etmeleri karşısında son derece duyarlı olmak gerekmektedir.Keza Siirt ile Şırnak arasında eskiden Ermeni olup sonradan bu etnik farklılıkları aşan Ermeni topluluklarıyla karşılaşılmaktadır.Yörede yaşayan halkın yoksulluk,beklentileri,okullaşma,sosyal yapı,inanç ve değerler sistemi hakkında elde edilen dökümanlar ortaya çıkan engelleri çözümlemede büyük çaplı katkıda bulunabilir.
Sıcak,Doğu-Batı,Aşiret,Nüfus,Göç,İşsizlik,Zaman,Töre,Acı,Baharat,Kaçakçılık,Çocuk Olmak,Çok Eşlilik,Ağalık,Güneş,Işıltı,Karanlık
Doğu ve Güneydoğu,sadece bir coğrafyanın adı değildir.Orada Türk milletinin tarihi mirasları,değerleri ve inanç sistemleri yanında mimarisi sanat ve estetik değerlerinin oluşturduğu bir kuşak mevcuttur.Bu kültür kuşağının başlangıcı Orta Asya’ya kadar uzanmaktadır.Kapalı bir yapıya sahip olan doğu bölgesinde yoksulluk köy dışı dünyadan kısmen alakasının kesilmiş yalnızlık içinde olunması,hareketsizlik,okur-yazar oranının düşük olması,kaderci bir dünya görüşünü yansıtması,halkın yoksul olduğu için menfaatine aşırı ölçüde bağlı bulunduğu,kendiliğinden fedakarlık yapmak istemediği,bölgenin nüfuslu kişilerine çok bağlı bulundukları siyasilere çabuk inandıkları kendilerini terk edilmiş kimseler olarak hissettikleri vurgulanmıştır.Ayrıca bölgede kan davası,kaçakçılık,ağalık,beylik,tarikatçılık bunların her şeyden önce o bölgenin kültür dokusunun bir ürünü olduklarını kabul etmemiz gerekir ki çözümlenmeleri de mümkün olsun.
Güneydoğu Anadolu Türk’lüğün ve İslamiyet’in giriş kapısıdır.Bu sebeple zengin maddi ve manevi kültür mirasının izlerini taşır.Her kültür değişmesinde bir zaman gecikmesi fertlerin yaşantılarında yapılacak değişmelerin bir plan ve akli yöntemlere göre yürütülmesinin gerekliliğini gösterir.Şu anda ülkenin doğusu PKK terörü,aşiret,ağa yaşantısı,kan davası,kabile kavgaları,yoksulluk kültürü,gecekondulaşma ve etkin çatışmalar gibi ortak duygu ve kültür mirasına ters düşen bazı zihniyet ve davranışlarla çalkantı içindedir.Birleşik Devletler’de bir Zenci bir Kızılderili ‘’Ben Amerikalıyım’’ demekle övünür.Çünkü bu ülkeler ‘’millet olma’’ kimliğini artık çözümlemişlerdir. Fransız ırkı yoktur.Fransa bir melez topluluktur.Buna rağmen bütün Fransızlar kendilerini aynı derecede Fransız sayarlar.Milli birlik bu ülkede toprağa,iklime olan uyumdan bir kültür yaratıp sağlamlaştırmış olan tarihi bir gelenekten kaynaklanmaktadır.Böylece millet olma kimliğini kazanmış durumundadırlar.Nevruz bir Kürt bayramı ve şöleni olarak kutlanmaktadır.Oysa Divan-ı Lügati’t Türk’de Nevruz sözcüğü yer almakta ve Orta Asya’dan beri sürüp gelen töre geleneklerimizde Ergenekon’dan çıkış bayramı olarak kutlanmaktadır.bu da Kürt ve Türk’lerin ortak bir kültürde birleştiklerini gösteren kanıtlardan biridir.Benzeri kültürel etkinlikler tüm aşiretlerde gözlenmiş,bulunmaktadır.Doğu ve Güneydoğu yörelerimiz Türk çoğrafyasının kalbini teşkil etmektedir.Buralarda oryantalizm şark politikası adı altında Süryani,Keldani,Asuri,Yakabi,Yezidi,Kürt,Alevi,Ermeni,Zaza,Eti,Kaldeli adı altında etnik adacıklar oluşturulmak suretiyle ülke bütünlüğü en az 300 yıldan beri tehdit edilmektedir.Yöre sakinlerini propaganda nitelikli yayınlarıyla tahrik etmeleri karşısında son derece duyarlı olmak gerekmektedir.Keza Siirt ile Şırnak arasında eskiden Ermeni olup sonradan bu etnik farklılıkları aşan Ermeni topluluklarıyla karşılaşılmaktadır.Yörede yaşayan halkın yoksulluk,beklentileri,okullaşma,sosyal yapı,inanç ve değerler sistemi hakkında elde edilen dökümanlar ortaya çıkan engelleri çözümlemede büyük çaplı katkıda bulunabilir.
19 Nisan 2012 Perşembe
SANAT BAĞIMSIZ MIDIR?
Sanatın
politika,iktidar için kullanılmasının uzun ve köklü bir geçmişi vardır. Tarihte
krallıklar imparator hükümdarları sanatı iktidarlarının altını
çizmek,zaferlerini yüceltmek,düşmanlarına gözdağı vermek amacıyla
kullanmışlardır.Ortaçağ sanat eserleri genellikle sanatçıları görevlendiren
kilisenin veya laik güçlerin ideolojik çıkarlarını desteklemiştir.Bu koşullar
altında sanatçıların ve onları himaye edenlerin amaçları birbirine karışmıştır.
2.Dünya Savaşı’nı
takip eden yıllarda Greenberg gibi eleştirmenlerin savunduğu sanatsal imgelemin
ideolojik yükümlülüklerine taviz vermemesi düşüncesi yeni değildir.Modernist
sanata adanmış artan sayıda müze,galeri ve yayınlarla sanatın hem politik,hem
başarılı,özgür bağımsız olup olmayacağı sorusu çağdaş sanatçılar arasında
günümüzde de devam eden tartışma konusudur.
Sanatçı üzerindeki
sansür devlet aygıtının sanatçının kültür üretimi üzerinde baskıdan ziyade oto
sansür devreye girmektedir.Bu sadece sanatçılar için değil,eleştirmenler ve
yazarlar için de geçerlidir.Sanatçının veya sanat eseri, üzerinden anlatılan
bir dünya görüşü,sanat nasıl bağımsız olamazsa,sanatçı da dünya görüşü olmadan
olamaz,toplumsal yaşamı ve sanatçının kendisini şekillendiren bir dünya,yani
eser bir eleştiriyi içinde barındırsa bile,eninde sonunda sermayenin
oluşturduğu pazarlarda satın alınabiliyor ve sanatçıya para veriliyor.Sanatçı
finansal desteğini kurumdan almak zorunda ve satmak zorundadır.Sermaye ve
sanatçı arasında kaotik bir ilişki dönmeye başlamaktadır.Karşı olunan sistem
durumu destekler hale gelmektedir.Özellikle toplumsal sorunları konu eden
esrlerde daha sık görülmektedir.
Sanat ile sermayeyi
kontrol altına almaya çalışan sermayeciler sanatçıyı susturamamışlardır.Sanatçı
kapitalist tüketimcilik ortamındaki kitle iletişim araçlarını analiz ederek
ortaya çıkarmış,sanatı sıklıkla kitle iletişim araçlarınınmesajlarını
eleştirmek ve tersine çevirmek için kullanmışlardır.Sanatçı için ideolojik bir
ifade yaratmanın sayısız yolu vardır.Müzik,spor,kıyafet,saç
kesimi,intihar,terörizm gibi.
Nazi Almanya’sında
Hitler,sinemanın resimden çok daha güçlü bir etkileme aracı olduğunun farkına
varmış,kendi dönemlerindeki egemen değerlere karşı çıkan sanatçılar,sanatı
kitle iletişim araçlarının mesajlarını eleştirmek veya tersine çevirmek için
kullanmışlardır.Bu şekilde iktidarın propaganda konusu olmuşlardır.
Bugün İstanbul
Modern sonrası müzeyle beraber gündemimize düşen sansür meselesiyle gerçekten
hayatımızda yerini bulan ve sanatçı diyaloglarını geliştirdikleri bir dönemden
geçiyoruz.Mekana ve mekanın haricinde olup bitene göndermede bulunuyorlar.Bu
anlamda müzeleri kullanırken hep müzelerin dışarısı ile ilişkisi gündeme
getirmek amaçlanmıştır.Dışarıdayken müzelerle ilgili bir sorumluluk
alamazsınız.1990’larda üretilen müzelere girmeye başlayan işlerin, bu
kurumların koleksiyon oluşturma,işleri üzerinden güncel sanatın arşivlenmesi
müzecilik anlayışını sarsmaya yetecek midir? George Macinunas,müzeler durmalı,
çünkü bir sonraki kuşağa yer açsın. diyerek Müzeler aynı zamanda bilgi- belge
bellek merkezi olarak yaşatılmaktadır.
Bu sanatçılar müzenin dışında kaldılar;reddederek,karşı
durarak. Batı da sanat tarihi bu şekilde kendisini var etmiştir.Sanat her zaman
bağımsız olan müzenin,iktidarın,politikanın dışında gelişmiştir.
Kaynak:Karga mecmua Şubat 2012 –Mart 2012-
Sanat ve Poropaganda (kitle kültürü çağında politik imge)
Toby Clark
5 Şubat 2012 Pazar
KAMUSAL ALAN-KENT MEYDANLARI
Tarih boyunca kentler özgürlüklerin alanı olmuş,farklılıkları bir arada barındırmıştır.Toplumdaki farklı kültürlerin ve düşüncelerin bir araya geldiği kentlerin kamusal alanlarında gerçekleşir.1980’li yıllardan itibaren yeni toplumsal hareketlerle birlikte sosyal bilimlerin kamusal alan üzerine düşünmesinin nedeni toplumların içindeki farklılık arayışlarıdır.Aynı toplumda hem farklı kalıp hem de bir arada nasıl yaşanacağı sorusuna cevap kamusal alandan gelmiştir.Demokratik ya da açık bir kamusal alan için,güçlü bir sivil toplum ön koşuldur da diyebiliriz. Kamusal alan kavramının önplana çıkması 2000’li yıllardadır.Toplumu ayıran değil bir arada tutan nedir? Aile birimi mi? Etnik köken mi? Ortak kültür mü? Din mi? Politik bilinç mi? böyle düşünüldüğü zaman kamusal alan,sivil tolumdan farklı olarak bu farklılıkların bir arada olabileceği ortam bir alana karşılık gelmektedir.Kamusal alanla demokrasi arasındaki ilişkiyi en açık seçik ortaya koyan Alman bilimci siyaset bilimci Jurgen Habermas 18.yüzyıldan beri kamusal alanın tarihçesini araştırdığında ilk gördüğümüz eğitilmiş kesimlerin edebiyat çevrelerinde fikir kulüpleri,kahvehaneler ve kadınların da girebildiği salonlarda hem sivil toplum kavramını hem kamusal alanın siyasetin altında,siyaseti besleyen ama siyasetle sınırlanmayan bir alan olması gerektiğidir.Habermas kitabının ikinci bölümünde kapitalizmdeki araçsal akılcılığın,giderek ideal,daha rahat işlemesi gereken kamusal alanın altını oyduğunu onu yozlaştırdığını vurgulamıştır.Yani vatandaşlık tanımını eleştirmeyen,olduğu gibi alan,insanların farklılıklarını özel alanda bırakan bir tanımlamadır.80’li yıllardaki toplumun dokusuna ve arayışlarına Habermas’ın kamusal alan anlayışı yetersiz kalmıştır.Demokratik ya da açık bir kamusal alan için güçlü bir sivil toplum ön koşuldur da diyebiliriz.Son yıllarda küreselleşme süreciyle dünya kamusal alanından bahsedilmeye başlanmıştır.Yeni yeni oluşmakta olan bu alan global,milli sınırların ötesine geçen,dünya sistemi tarafından internet aracılığıyla ulus ötesi boyuta ulaşmaktadır.Bütün bu araştırmalar aslında görünmeyeni görünür hale getirmektedir.Bizim gözümüzde doğallaştırılan düşünce kalıplarını,kalıplarından çıkarmak,yani iktidar ilişkilerinin üstünü örten değerler sistemini çözümlemeye çalışmak anlamına gelir.Türkiye’de kamusal alan dediğimizde ortak alan olarak görülmemekte,çoğunlukla devlete ait bir alan olarak görülmektedir.Fransız kent sosyoloğu Henry Lefebure’in’’Kentsellik’’ kavramı ile ifade ettiği tüm çeşitliliğiyle kentlilerin oluşturdukları ve birlişkte paylaştıkları kentin kamusal alanıdır.Kentler ekonomik etkinliğin,toplumsal yaşamın,düşünsel gelişimin merkezidirler.Kent merkezleri,toplanma alanlarıdır.Farklı toplumsal gruplardan farklı kültürlerden bireylerin bir araya geldiği iletişim içine girdiği,farklılıkların çatıştığı ve birbirlerini dönüştürerek var oldukları yerdir.Tüm bu nitelikleri ile kent yaşamını oluşturur.Kentin kamusal alanı kentlilerce paylaşılan,herkese açık bu niteliğiyle anonim olan,kimsenin yabancı sayılmadığı,herkes tarafından erişilebilen,farklı konum ve bakış açılarının birlikte varolduğu paylaşım ve eylemalanıdır.
Tarih boyunca kentler özgürlüklerin alanı olmuş,farklılıkları bir arada barındırmıştır.Toplumdaki farklı kültürlerin ve düşüncelerin bir araya geldiği kentlerin kamusal alanlarında gerçekleşir.1980’li yıllardan itibaren yeni toplumsal hareketlerle birlikte sosyal bilimlerin kamusal alan üzerine düşünmesinin nedeni toplumların içindeki farklılık arayışlarıdır.Aynı toplumda hem farklı kalıp hem de bir arada nasıl yaşanacağı sorusuna cevap kamusal alandan gelmiştir.Demokratik ya da açık bir kamusal alan için,güçlü bir sivil toplum ön koşuldur da diyebiliriz.
Gülderen CEBECİ
Özgürlük alanı 2012 Gülderen Cebeci
Seramik
Kamusal alanlar düşüncenin eylemlerin özgür kılındığı ortak alanlar olabilmenin yanı sıra gerçekten toplumun kendini ifade edebildiği,düşünce ve tartışmaya açabildiği özgür alanlardır.Düşüncenin suç sayıldığı yerde özgür alan var mıdır?
Yerini
Değiştirenler-Yerine Konanlar 2012 Gülderen Cebeci
Seramik
Bir kamusal alan olarak kentin ve kentselliğin sürdürülmesi varlığı ile
doğrudan ilişkili olarak ön plana çıkmaktadır.Kent meydanlarında yer
değiştirmeler yerini AVM’lere bırakırken aynı zamandaçalışanlarının da yer değiştirmelerine sebep
vermektedir.
Kamusal Rant (Meydan-Plaza) 2012 Gülderen Cebeci
Seramik
Kamu yararı adı altında rant elde etme amacıyla kamu alanları işgalcilere satışı yanında kentsel projeler yoluyla tüm topluma ait olan,toplumun tüm bireylerince paylaşılan ve herkese açık olan bir ortak alan olarak anlaşılması ve benimsenmesi ortadan kaldırılmak isteniyor.Gerçekte bu mekanlarda kısıtlanmış,ticaret,eğlence ve boş zaman geçirme aktivitelerinden ibaret bir kamusal yaşam simülasyonundan söz edilebilir.Maliyeti yüksek toplumsal standartların sahibi olan batıdan kaçan finans kapitalin durağı İstanbul,şehir-ülkenin tüm tarihsel borçlarından arınacağı,ağırlıklarından kurtulacağını gösteren yeni bir rant’ın eşiğindeyiz.
19 Ocak 2012 Perşembe
HAYAL VE HAKİKAT
İstanbul Modern’de 16 Eylül
2011-22 Ocak 2012 tarihleri arasında devam eden sergi hayal ve hakikat
Türkiye’den modern ve çağdaş kadın sanatçıların eserleri yer almaktadır.Sergi
adını Fatma Aliye’nin Ahmet Mithat ile birlikte kaleme aldığı hayal ve hakikat
adlı romanından almıştır.
Kadın sanatçıların 100 yılı şakındır süren üretimlerini merkez alan sergi,sanatçıların sanat tarihindeki öncü konumlarını anımsatırken Türkiye’nin sosyo-kültürel dinamikleriyle olan hesaplaşmalarını ve özellikle çağdaş sanattaki eleştirel pozisyonlarını görünür kılmayı hedeflemiştir.Sanatçıların hayal ve hakikat ile kurdukları ilişkinin ve hayallerini hakikate nasıl dönüştürdüklerinin izini süren sergi,bügünki çağdaş dünyada görülmeyen gerçeklik katmanlarına işaret etmektedir.Sergi bu bağlamda devam ederken 1970’lerin ve 80’lerin çağdaş sanat üretimini görünmez kılmıştır. Füsun Onur,Nur Kolçak,Canan Beykal gibi 70’li 80’li yılların önemli kadın sanatçıları sergiye dahil olmalarına rağmen 1990 ve 2000’li yıllardaki işleri ile sergide yer almıştır.Batıda 70’li ve 80’li yıllar feminist kadın sanatının ortaya çıktığı bir dönemde bizde de neler yapıldığı görmezden gelinmiştir.Bu dönemleri tuval resmi olarak adlandırılmış Nil Yalter’in ‘’Başsız Kadın’’ işlerinin üçünün de görünmesi beden politikalarına,kadın bedeninin ahlaki normal çerçevesinde değerlendirilmesine kadının haz nesnesi olarak sunulmasına o dönemde karşı çıktıkları ve yenilikçi oldukları günümüz ile ilişkilendirerek bu dönüşümün kültürel açısından nerelere geldiğini anlayabilirdik.
Diğer bir önemli görünürlük ise kadın sanatçıların bir araya getirilerek kadın sorunsalını sergilemeleri.Bu bağlamda ayrımcılığa gidildiğini cinsiyetçi kodlamaların oluşturulduğunu düşünebiliriz.Bunun akabinde hayal ve hakikat sergisinden sonra erkek sanatçı topluluğu kendi sorunsalını görünür kılmak adına başka bir sergide bir araya gelebilir mi?Türkiye sanatında görsel kültürdeki bu cinsiyet ayrımı tartışmaya yol açabilir.
MEŞRULAŞMIŞ KURUMLAR
Ülkemiz; özellikle İstanbul,çağdaş
sanat ortamında çok önemli bir noktadadır.Verilerin sürekli güncellenmesi,her
tarihin,her hareketin not edilmesi gerekmektedir.Asıl problem notların
ekonomistler tarafından mı yoksa sanat tarihçileri tarafından mı tutulması
gerektiğidir.Bu günün sanatında rakamlar ve sanatın yatırım boyutu o kadar ön
plandaki işte bu noktada bu soru aklımıza gelmektedir.
Kültür endüstrisindeki gelişim ve üretim potansiyeli dünya çapında dikkatleri üzerine çekmektedir. Özellikle 2008 yılında tüm dünya genelinde yaşanan ekonomik kriz sanat simsarlarını farklı arayışlara itmiştir çünkü yeniyi, farklıyı keşfetmek ve sunmak koleksiyonerleri mutlu etmek istiyorlardı. Amerika’nın önde gelen sanat eleştirmeni Jerry Saltz bir yazısında ‘’Bazı şeyleri başkaları beğendiği için mi beğeniriz? Piyasa, sanatı görme biçimimizi nasıl etkiler? Piyasa, sanatçıları daha iyi eserler vermeye yönelten rekabetçi bir atmosfer mi yaratır?’’ cümleleriyle paranın sanat dünyasındaki aktif rolünü sorgulamıştır.
Çağdaş sanatta para her şeyi çetrefilleştirmekedirler ve her zaman gözlemciyi etkilemektedir.Dolayısıyla Contamporary,bir ülkenin sanat piyasasını belirleyen meşrulaşmış kurumlar olduğu söylenebilir.Beraberinde satış yapan sanat galerilerinin de böylesi bir meşruluğa sahip olduğu ihmal edilebilir.Gerek Contamporary’de gerek galerilerde gerekse müzayedelerde bir sanatçının çalışmasının 2.7 milyon liraya satılmasında kutlanan nedir?Alıcının zenginliği mi?Egonun zaferi mi?Estetik beğenisi mi?Venedik bianelinin yöneticiliğini yapan Robert Storr’a göre ‘’Müzenin ya da bağışçının ödediği para ne kadar çok vurgulanırsa zihinler fiyat etiketleriyle meşgul olacağından,insanların sanat eserine gerçekten bakma ihtimali o kadar azalır.’’Artık oturmuş bir çizgiye sahip olan Contamporary İstanbul tamamen özel sektör tarafından desteklenen çağdaş sanat organizasyonlarına sahiplik yapmaktadır.Toplamda 50 milyon TL değerinde eser sergilenirken satış oranı %83 olmuştur.Kısa zamanda el değiştiren binlerce TL yüzlerce eser,sayısız sanatçı tıpkı borsada olduğu gibi iniş çıkışlar sanat kurumlarını meşrulaştırmamış mıdır?
Gülderen Cebeci
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)